90’larda çocukluğunu geçirmiş bir
insan olarak şimdilerin iPad’lerle büyüyen nesline göre o zamanlar hayat bize
çok zormuş azizim. 90’ların başında uzaktan kumanda olarak kullanılırken,
90’ların sonunda takoz da olsa cep telefonuna sahip olan nesildik biz, nasıl
zorlanmayalım? Sen kalk yerden bulduğun jetonla kulübenin birinden 166 Masal
Müzik’i ara masal dinle, sonra bir bakmışsın kısa mesaj atıyorsun elindeki
aletle. Darwin yaşasaydı Evrim Teorisini ve adaptasyonu bizler üzerinde
inceleyebilirdi yani. İşte bizler böyle uyum zorlukları yaşarken İç Anadolu’nun
çetin hava koşullarına ayak uydurmak zorundaydık bir de, hiç başka derdimiz(!)
yokmuş gibi…
hepimizin ezbere hatırladığı yegâne şeydir Türkiye’nin iklimi. Akdeniz Bölgesi,
Ege Bölgesi ve hatta çoğu zaman Marmara Bölgesi’nin yazları sıcak ve nemli
geçer; kışları ılık ve yağışlı. Yurdumuzun kalan iç ve doğu bölgeleri ise
yazları sıcak ve kurak bir hava ile uğraşırken, kışları soğuk ve yağışlı iklim
ile mücadele eder. Tabii bizler, coğrafya kitabı yazarlarının gözümüzü
korkutmamak için “soğuk ve yağışlı” şeklinde yumuşatılmış bir terim kullandığı
gerçeğiyle gelen kış mevsimi ile anlardık. Sınıflarımızın arkasında panoda
asılı olan mevsimler şeridi İç Anadolu için yalandan ibaretti mesela; çünkü yaz
mevsimi haziranda başlar ağustosta biterken, kalan dokuz ay kış mevsimi yaşanırdı.
Adında ‘bahar’ içeren diğer iki mevsimi 21 yaşımda İstanbul’a yerleştiğimde
keşfetmiştim.
sokaklara atan İç Anadolu çocuğu kuru sıcakta, nemli sıcak ikliminde yaşayan
yaşıtlarına göre biraz daha avantajlıydı. Zira sabahtan akşama kadar sokakta
oynasa bile nem olmadığı için çok terlemez, annesine her gün banyo işi
çıkarmazdı. (Gerçi o zamanlar her gün banyo yapmak diye bir şey mi vardı ki!) İstop,
yakar top, taso, yakalambaç, saklambaç, yumurta, dokuztaş, yerden yüksek
oynayarak geçen yaz mevsimi eylül ayının gelmesiyle yerini serin havaya
bırakır, zaten sonra okullar açılır, sokaklar birden ıssızlaşırdı. O zamanlar
birçok okulda sabahçı ve öğleci (uzun yıllar kelimenin doğrusunun ‘öğlenci’ olduğunu
sanmıştım) kavramı vardı. Sabahçı mı öğleci mi olduğun okulun açılmasına bir
hafta kala o yıl okutulacak kitapların listesini almak için gittiğinde(Evet, o
zaman kitapları veliler alıyordu, devletin kitapları bedavaya verdiği döneme
yetişemedik biz!) okul bahçesinde gördüğün müdür yardımcısından öğrenilirdi. Eğer
sabahçıysan sevinilir, mahalleye dönüldüğünde arkadaşlardan kendin gibi sabahçı
olanlar bulunur ve öğleci arkadaşları dışlayıcı oyun planları yapılmaya
başlanırdı. Her ne kadar sabah kargalar mamasını yemeden kalkıp gitmek zorunda
kalsan da okula, bütün öğleden sonra sana aitti, ödevler akşama kalabilirdi,
sen de özgürce sokakta oynayabilirdin.
talihsizliği kış mevsiminde ortaya çıkardı. Zira İç Anadolu’da kış mevsiminde
bazen neredeyse geceden sabaha kadar kar yağar, şanslıysanız okul tatil olurdu.
Valilik karın okulları tatil edecek kadar yağmadığına kanaat getirirse de o kar
kışın içinde okula gitmek zorunda kalırdınız. Gerçi bazı günler okulun tatil
olduğunu öğreneceğimiz şimdiki gibi anlık haber veren mecralar olmadığından olsa
gerek, okula gidilir, tatil olduğunu öğrenilir ve tüm o yol geri tepilirdi.
mahallede değildi. Aslında birinci sınıfa kayıt yaptırıldığı sırada oturduğumuz
mahalleye en yakın okul seçilmiş; ancak okulların açılmasından bir ay sonra o
evden hazin bir şekilde taşınmış, yan mahalleye geçmiştik. Beni yeni
mahallemizin okuluna göre çok daha iyi kadrosu olan okulumdan ve yeni edindiğim
sınıf arkadaşlarımdan ayırmak istemeyen annemlerse, kaydımı aldırmamıştı. Bu
demekti ki, eskiden yürüyerek on dakika süren okul yolum artık yarım saate
çıkmıştı, ihtiyatlı davranmak adına kırk beş dakika önce evden çıkıyordum,
bunun için de neredeyse diğer arkadaşlarıma göre bir buçuk saat erken kalkmak
zorunda kalıyordum. Servisiniz yok muydu diye soranlarınız olabilir; onlara
şöyle bıyık altından gülüyorum. Zira bizim okulda tek bir servis vardı, o da en
yakın köydeki öğrencileri taşıyordu. Kalanlardan durumu iyi olan tek tük çocuğu
babası arabayla bırakır, birkaçını babaları bisikletle getirir, birçoğu da
benim gibi ‘tabanvaya kuvvet’ seyahat ederdi.
kışı çetin geçen yerlerde yukarıda anlattığım yolculuğun o yaşlardaki çocuklar
için ne kadar meşakkatli olduğunu siz düşünün. Vücut ısınla yatağındaki bir
metrekare alanı ısıtmış ve cenin pozisyonunda uyurken annenin seslenmesiyle
uyanır, çivi gibi suyla yüzünü yıkar, bir iki dilim ekmek yer, Eskimo gibi
giyinir ve yola çıkardın. Yine gece kar tipi şeklinde yağmış, ara sokaklar
kapanmıştır; kırışıksız bir çarşaf gibi duran kar birikintilerine ilk adımları
sen atardın.
boyunca sabahçı olmuş bir çocuk olarak yarım saatlik o yolu bütün kış boyunca
kat etmek zorunda kalırdım, hem de tek başıma. Sevgili kardeşim o yıllarda yeni
doğmuştu, annem onu evde tek başına bırakamadığından bana kendimden büyük
çantayı ‘gocuğumun’ üzerine sırtlanıp yola koyulmak düşerdi. Ayaz içime işler,
bacaklarımı battığı kar birikintisinden çıkarmaya uğraşırken kahvaltıda yediğim
iki dilim çokomelli ekmekten aldığım kaloriyi de eritirdim. Dedim ya, benim okul
uzak mahalledeydi; oturduğumuz mahalledeki okula giden çocuklarla yolarımız tam
tersi yönde idi. Beni onların okulundan zıt bir yönde yürürken görünce bir umut
“Okullar tatil mi?” diye sorarlar, bense atkımı ağzımdan indirir, “Hayır, ben
Ziya Gökalp’e gidiyorum.” derdim. O an onların yüzünde gördüğüm okulların tatil
olmadığı gerçeğinin yarattığı hayal kırıklığı ifadesini ben içten içe “Ziya
Gökalp daha iyi okul olduğu için beni kıskanıyorlar, hıhh!!” şeklinde yorumlar,
Nasuh Mahruki gururuyla karlı yollar üzerindeki yolculuğuma devam ederdim.
çetin kış günlerinden birinde, her zaman geçtiğim bir sokakta bulunan
kaldırımlardan birinde bembeyaz karların üzerinde simsiyah bir şey fark ettim.
Yaklaştıkça karlar üzerinde uyuyan bir insan olduğunu anladığım karaltının,
iyice yanına geldiğimde Deli Raşit olduğunu anladım. Deli Raşit –lakabından da
anlaşıldığı gibi- bizim mahallenin delisiydi. Karısı kardeşiyle kaçtıktan sonra
delirdiği, birlikte yaşadığı annesini öldürdüğü, akli dengesi yerinde olmadığı
için de akıl hastanesine kaldırıldığı, oradan da kaçıp tekrar memleketine -yani
bizim mahalleye- döndüğü iddia edilirdi. Oturduğu bir evi vardı, zaman zaman
elinde sigarayla uyuduğu için yanan. Siyah birbirine karışmış kirli saçları ve
hayli uzun sakalları vardı. Kimbilir hangi mahallelinin verdiği siyah bir palto
giyerdi kışları. Bu yüzden anne babalarımız ondan Deli Raşit diye bahsederken,
biz çocuklar ona ‘Paltolu Adam’ adını takmıştık. İşte zaman zaman uzaktan
gördüğümüz, gördüğümüz zaman da kaçışarak saklandığımız Paltolu Adam on metre
önümde karların üzerinde uyuyordu. O olduğunu anladıktan sonra saniyesinde
kafamda yazıp oynadığım senaryodan olsa gerek kalbim deli gibi atmaya
başlamıştı. “Ya uyanırsa? Uyanınca beni kaçırıp öldürürse? Sokakta da kimse
yok, annemler ölümü hiç bulamazsa? Ya bedenimi parçalara ayırıp çöpe atarsa? Bu
arada saat kaç oldu? Geri dönüp alt sokaktan yürüsem kesin Andımız’a geç
kalcam, öğretmen de beni haşlıcak. Çare yok, yanından geçmem lazım.” şeklinde
bir hesaplaşma sonrası aldığım kararı uygulamaya başladım. Sessizce yanından
süzülürken ayaz sonucu donan kanım pompalanan adrenalin sonucu gürül gürül
damarlarımda akmakta, kalbimse kulaklarımda atmaktaydı. Ah bir de kara batıp
çıkan ayaklarımın çıkardı o ses de olmasaydı? Sanırım çok yorgundu Deli Raşit
ya da beni öldürmeye henüz hazır değildi, bilemiyorum, ama ben onu uyandırmadan
geçip gittim. Köşeyi dönerken kısa bir bakış attığımda hala uyuyordu.
hikâyemi herkese anlattım. Okulda Paltolu Adam’ın yanından korkusuzca geçtiğim
için bir süre kahraman gibi saltanat sürdüm. Evdeyse telaşlanan annem,
kardeşimi ananeme bırakıp bir iki hafta beni okula götürdü, sonraysa yine tek
başıma gidip gelmeye başladım. Bu olayı çocuk aklım hemen unuttu; kış benim
için yine kartopu, kar tatili, kardan adama eş hale geldi kısa sürede.
Üniversiteyi bitirene kadar da her kış karla mücadele ettim, çocukluğumdaki
gibi maceralı olmasa da. Ne de olsa İç Anadolu çocuğuyduk, kışlarımız ‘soğuk ve
yağışlı’ geçer diye baştan söylemişlerdi.
ki, Deli Raşit yakalanıp tekrar kaldırıldığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesinden kaçmış, kaçarken kendisine çarpan bir araç yüzünden ölmüştü. Şok
olmuştum, Paltolu Adam’ımız, o korkup kaçacak delik aradığımız, biraz
uzaklaştıktan sonra da “Deli Raşiiit Deli Raşiiiit” diye arkasından
bağırdığımız o adam ölmüştü. Zaten o öldükten sonra artık kışları o kadar da
çetin geçmedi. Uzmanlar buna ‘Küresel Isınma’ dedi, ama ben biliyorum ki Deli
Raşit öldüğünde yanında İç Anadolu’nun ayazını, üzerinde uyuduğu kardan
döşeğini ve çetin kışını da alıp götürmüştü…
2 Yorum Var
harikaydı 😮
teşekkür ederim 🙂