Geçenlerde dizi yokluğu çektiğim bir günde The OA’i önermişti birkaç arkadaş. Gerek konusu gerekse sadece sekiz bölüm olması sebebiyle dedim bir şans vereyim. Kısaca bahsedeyim, 5 yaşındayken Amerikalı bir aile tarafından evlat edinilen görme engelli Prairie, 21 yaşındayken öz babasını bulabilmek için evden kaçar, kaybolur ve ailesi öldüğünü düşünürken yedi yıl sonra esrarengiz bir şekilde gözleri görüyor olarak ortaya çıkar. Bu bahsettiğim kısım dizinin ilk bölümünde işleniyor ve evet biraz bayık. Hatta ilk bölüm bittiğinde ‘ay acaba hiç devam etmesem mi’ bile dedim. Ama hikayenin kalan yedi bölümünde Prairie’nin yedi yıl boyunca başından geçenler anlatıyor. Çok detay vermek istememekle birlikte, psikopatın biri tarafından üç kişiyle birlikte tutsak ediliyor, oradayken başına gelen bir olay sonrası görme yetisini tekrar kazanıyor ve diğer üç kişiyle birlikte oradan kaçmak için bir hayli uğraşıyorlar. Ama bu uğraş klasik bir kaçma girişiminden ziyade, spiritüellik içeren paralel evren ve dördüncü bir boyut gibi faktörlerini barındıran bir kaçış çabası. Zaten diziyi ilginç kılan da bu. Dizide olaylar iki zamanda anlatılıyor, birincisi Praire’nin esrarengiz geri dönüşü sonrası yaşadıklarını diğeri ise tutsak haldeyken yaşadıkları. İlk bölümün bayıklığını atlattıktan sonra sekizinci bölüme kadar bir çırpıda izleyebilirsiniz, bana öyle oldu. Ama dizinin finaliyle ilgili ‘ee gerçekten olay bu mu?’ yani diyerek kalakaldım. Lost’un finali gibi düşünün, senelerimizi vermiştik ve hala kimse finalde konunun nereye bağlandığını doğru düzgün bilmez. The OA’in finali de böyle. İnternetten okuduğuma göre kimileri bunun yönetmen tarafından bilinçli olarak yapıldığını, ucu açık bir finalle kim aslında neye inanmak istiyorsa ona inansın mantığını güttüğünü, kimileri ise şu an için devam sezonu olmayacak dizinin bir ihtimal devam kararı alınırsa sonraki bölümlerini yazabilmek için bu şekilde bitirildiğini söylüyor.
The OA’i izleyip ekşisözlükteki yorumları okuduktan sonra dizinin başrol oyuncusu Brit Marling’in daha önce oynadığı ve The OA’in yönetmeni tarafından yönetilmiş üç filmi daha izleyeyim dedim. Çünkü yazılan yorumlara göre bu ekibin daha önce yaptığı işler paralel evren, ölümden sonra hayat, dördüncü boyut, ruhun gücü gibi her zaman tartışılan, bilimle ters düşen ama birçok insanın inandığı spiritüel konuları baz almıştı ve söylenene göre çok başarılı yapımlardı.
Aslında daha da yazmak isterim ama spoiler vermek istemiyorum. O yüzden ilk yarım saati aşk filmi mi lan bu demeden önce sabretmenizi öneriyorum. Çünkü film ilerledikçe Allah, Tanrı ya da neye inanıyorsanız o ilahi gücün hayatlarımıza dair bir planı olduğunu, hiçbir şeyin nedensiz ve tesadüfi meydana gelmediğini, ölüm denen şeyin ruhu sonlandırmadığını izleyebileceğiniz sahneleri görüyorsunuz.
Eeee peki şimdi ben bunları neden anlattım? Birincisi şu soğuk kış günlerinde film, dizi açlığı çekiyorsanız izleyebileceğiniz seçenekler önermek istedim. İkincisiyse i Origins filmindeki düşünce tarzından fazlaca etkilendim. Bir yanda bilime yani somut kanıtlara inanan nesnel bir zeka ile diğer yanda ilahi bir gücün planlı bir yaratımına inanan, varoluşu çok da sorgulamamak gerektiğini söyleyen kalbin gerek diyolagları gerekse başlarından geçenler sizi de ikilemde bırakacaktır eminim. Yani özetle bence izleyin 🙂
1 Yorum Var
The OA 'i ben de istahla izledim ama sonu Lost'tan da beterdi bence :)) Soyledigin filmlere de bir goz atacagim ama merak ettim simdi…